16 Kasım 2012

Elizabeth Hoyt - SENİ KALBİME YAZDIM


YARALI BİR KALP

Münzevi Sör Alistair Munroe, Amerikan kolonilerinden hem ruhuna hem de bedenine aldığı yaralarla döndüğünden beri kalesinden dışarıya hiç çıkmamıştır. Ancak gizemli bir güzellik onun kapısında belirdiğinde, yıllarca içinde gizleyip bastırdığı tutkuları uyanmaya başlar. 

GİZEMLİ BİR GEÇMİŞİ OLAN GÜZELE
Dillere destan güzellikteki Helen Fitzwilliam’ın geçmişinde yaptığı hatalardan kaçışı, onu lüks sosyete hayatından, harap olmuş bir İskoç şatosunda oda hizmetçiliği yapmaya kadar sürükler. Yine de Helen, yeni bir hayata başlamaya ve hem tozların hem de vahşi bir adamın onu korkutup kaçırmasına izin vermemeye kararlıdır.


EN GİZLİ ARZULARINI DİZGİNLEYEBİLMESİ İÇİN GÜVENEBİLİR Mİ?
Helen’in güzelliğinin ardında, Alistair cesur ve duygusal bir kadın keşfeder. Onun aksiliğinden ya da yara izlerinden korkup uzaklaşmayacak bir kadın… Fakat Alistair tam gerçek aşka inanmaya başladığında, Helen’in gizemli geçmişi onları ayırmakla tehdit eder. Artık “vahşi adam” ve “güzel kadın” bulabileceklerine asla inanmadıkları bir şey için savaşmak zorundadırlar: Ömür boyu mutluluk…

“Mükemmel ayrıntılarla süslü, tarihî bir romans!”
Chicago Tribüne
“Bitmesini hiç istemedim!”
Julia Quinn

Alıntı:

“Acı çekiyorsun; ben sana yardım edebilirim.”
Alistair, Helen’e baktı, gözlerinde alaycı bir ifade vardı. “Neden umursuyorsun?”
Bu sert sözlerin onu korkutacağını mı sanıyordu?
Yüzüne doğru eğildi, elini tutmaya devam ediyordu. “Sen ne tür bir kadın olduğumu düşünüyorsun? Herhangi bir erkeğin beni öpmesine izin vereceğimi mi sanıyorsun?”
Gözlerini kıstı. “Senin iyi bir kadın olduğunu düşünüyorum. Nazik bir kadın.”
Bu kibirli cevap birazdan şiddete başvurmasına sebep olacaktı. “İyi bir kadın mı? Seni öptüğüm için mi? Bana dokunmana izin verdiğim için mi? Delirdin mi sen? Hiçbir kadın o kadar iyi olamaz, ben hiç olamam.”
Ona bakmaya devam etti. “O zaman neden?”
“Çünkü.” Yüzünü avuçlarının arasına aldı. “Önemsiyorum. Ve sen de öyle.”
Dudaklarını onunkilere değdirdi. İsteyerek. Usulca. Tüm özlemini, tüm yalnızlığını göstererek. Onu yavaşça öpüyordu, başını bir anda yana eğerek ağzını açtı ve her nasıl olduysa artık kucağında oturuyordu.
Bunu günlerdir bekliyordu ve gerçekleşmesi tüm uzuvlarının titremeye…
*
Fred’e ve birlikte geçirdiğimiz yirmi muhteşem yıla… Gerçi bu yıllar alt katın lavabosunun tıkarnmasına da sebep oldu…





Önsöz


 Çok hem de çok uzun bir zaman önce, bir asker yabancı bir ülkenin dağlarını aşarak evine
doğru ilerliyormuş. Son derece dik, kayalarla dolu, ulu, karaağaçların çevrelediği bir patikada acı soğuğa ve yanaklarını alazlayarak esen güçlü rüzgâra karşı tereddütsüz adımlarla yürümeye devam etmiş. Hayatında bundan çok daha korkunç ve tuhaf yerler görmüş olmak, onun artık birtakım şeyler karşısında ürpermesine engel oluyormuş.
Askerimiz savaşta çok cesurca mücadele etmiş ama aynı cesarete sahip pek çok asker varmış. Yaşlı, genç, güzel, çirkin, şanslı ya da şanssız, tüm askerler orada ellerinden gelenin en iyisini yapmışlar. Kimin yaşayacağına ya da kimin öleceğine adaletten çok şans karar vermiş. Yani cesur, onurlu ve erdemli olan askerimiz aslında diğer binlerce askerden daha iyi ya da cesur sayılamazmış. Ama askerimiz bir yönden diğerlerinden oldukça farklıymış. Yalan söylemeyi başaramazmış.
Bu nedenle ona bir isim verilmiş. Doğru Söz…
DOĞRU SÖZ’den

Bölüm Bir

Hava kararmaya başladığı sırada dağın tepesine ulaşan Doğru Söz bir günah kadar kara olan muhteşem bir kaleyle karşılaşmış…

DOĞRU SÖZ’den
İSKOÇYA- TEMMUZ 1765

Araba son dönemeci de sallanarak dönerken alacakaranlıkta karşısında beliren yıkık dökük kaleyi gören Helen Fitzwilliam sonunda -ve iş işten geçtikten sonra- bu yolculuğun tümüyle korkunç bir hata olabileceğini düşünmeye başladı.
“Bu mu?” dedi beş yaşındaki oğlu Jamie, eski model arabanın koltuğunda dizlerinin üzerinde durmuş dışarıyı seyrediyordu. “Sanırım bir zamanlar kaleymiş.”
“O hâlâ bir kale, aptal şey,” dedi dokuz yaşındaki ablası Abigail. “Kuleyi görmüyor musun?”
“Kulesinin olması kale olduğu anlamına gelmez,” diye karşı koydu Jamie, şüpheli kaleye kaşlarını çatarak bakmaya devam ediyordu. “Hendek yok. O bir kaleyse düzgün bir kale olmadığı kesin.”
“Çocuklar,” dedi Helen sert bir sesle ama iki haftadır bu arabada sıkışmış olduklarının da farkındaydı. “Lütfen didişmeyin.”
Doğal olarak çocuklar onu duymazdan geldiler.
“Pembe,” dedi Jamie burnunu cama dayayarak, cam nefesiyle buğulanmıştı. “Sence düzgün bir kale pembe olabilir mi?
Helen içini çekerek şakaklarını ovmaya başladı. Son kilometrelerde başına bir ağrı girmişti ve buna karşı koymak için elinden geleni yapması gerekiyordu. İşlerin bu şekilde gelişeceğini hiç düşünmemişti ama o zaten hiçbir şeyi fazla düşünmezdi yoksa düşünür müydü? Dürtüler, telaşla verilen kararlar ve ardından duyulan pişmanlıklar, hayatının alametifarikalarıydı. Otuz yaşında kendini ve çocuklarını tamamen bir yabancının insafına bırakmak üzere yabancı topraklara adım atıyor olmasının sebebi de buydu.
Ne kadar da aptaldı!
Bir aptal bile onun hikâyesiyle daha iyi başa çıkardı, araba heybetli ahşap kapının önüne yanaştı.
“Çocuklar!” diye tısladı.
Bu tonlamayı duyan iki çocuk da hızla ona döndü. Jamie’nin kahverengi gözleri irileşmişti, Abigail’in yüzünde ise korku dolu bir ifade vardı. Kızı hiç de küçük bir kız çocuğu değildi; o etrafındaki yetişkinlere karşı son derece duyarlıydı.
Helen derin bir nefes alarak gülümsemeye çalıştı. “Bu bizim için yepyeni bir macera canlarım ama size söylediklerimi unutmamalısınız.” Jamie’ye baktı. “Biz kimiz?”
“Halifax,” dedi Jamie hiç duraksamadan. “Ama ben hâlâ Jamie’yim ve Abigail de Abigail.”
“Evet, hayatım.”
Londra’dan kuzeye doğru yapılan seyahat süresince, Jamie’nin ablasına başka bir isimle hitap etmeyi başaramayacağı anlaşılmıştı. Helen içini çekti. Çocukların isimlerinin onları ele vermeyecek kadar sıradan isimler olduğunu ummaktan başka çaresi yoktu.
“Londra’da yaşıyorduk,” dedi Abigail, her şeyi hatırlamaya çalışıyordu.
“Bunu hatırlamak kolay,” diye mırıldandı Jamie, “çünkü zaten öyle yapıyorduk”
Abigail kardeşine ters ters baktıktan sonra devam etti. “Annemiz Dul Vikontes Vale’in evinde kâhyalık yapıyordu.”
“Babamız da öldü ve o…” Jamie’nin gözleri büyüdü ve hüzünlendi.
“Neden onun öldüğünü söylemek zorunda olduğumuzu anlayamıyorum,” diye mırıldandı Abigail.
“Çünkü bizi bulmasını istemiyoruz hayatım.” Helen yutkunarak öne doğru eğildi ve kızının dizini okşadı. “Sorun yok. Eğer başarabilirsek…”
Arabanın kapısı açıldı ve sürücü öfkeli bir yüzle karşılarında belirdi. “İnmeyecek misiniz artık? Yağmur yağacak ve ben yakalanmadan önce hana varmak istiyorum.”
“Elbette.” Helen onu bir kraliçe edasıyla onayladı; bu asabi sürücüyle yeryüzünün en sefil yolculuğunu yapmışlardı. “Bavullarımızı indirebilir misiniz lütfen?”
Adam homurdandı. “Çoktan indirdim.”
“Gelin çocuklar.” Bu kaba adamın karşısında kızarmamış olmayı umuyordu. Zaten iki küçük çantaları vardı, biri Helen’in diğeri de çocuklarındı. Sürücü muhtemelen onların evsiz barksız zavallılar olduklarını düşünmüştü. Aslında bu pek de yanlış sayılmazdı.
Bu düşünceleri zihninden uzaklaştırdı. Cesaret kırıcı düşüncelere şu an hayatlarında yer yoktu. Tüm dikkatini toplamalı ve son derece ikna edici görünmeliydi.
Kiralık arabadan inerek etrafına bakındı. Tam önüne dikilmiş olan antik bir kale vardı, sağlam ve sessiz. Ana bina bodur bir dikdörtgendi, açık gül rengi taştan yapılmıştı. Köşelerinde de yuvarlak kuleler yükseliyordu. Kalenin önünde bir çeşit araba yolu vardı, bir zamanlar orada bulunan çakıllara özenle bakılıyor olmalıydı ama artık araları yaban otları ve çamurla doluydu. Kenarına rüzgârla savaşan birkaç ağaç dikilmişti. Arkalarında karanlık ufka doğru uzanan tepeler vardı.
“Pekâlâ.” Sürücü onlara bakmadan yerine tırmandı. “Ben gidiyorum.”
“En azından bir kandil bırak!” diye seslendi Helen ama araba çakıllar üzerinde ilerlerken çıkan tekerlek sesleri sesinin duyulmasını engelledi. Şaşkınlık içerisinde arabanın arkasından bakakaldı.
“Karanlık,” dedi Jamie kaleye bakarak.
“Anne hiç ışık yok,” dedi Abigail.
Sesinde bir korku vardı, Helen de ürperdiğini hissetti. Şu ana kadar ışık olmadığını fark etmemişti. Ya evde kimse yoksa… O zaman ne yapacaklardı?
Gerekirse her şeyle başa çıkabilirim. Buradaki yetişkin oydu. Bir anne çocuklarına güvende olduklarını hissettirmeliydi.
Helen çenesini havaya dikerek Abigail’e gülümsedi. “Belki de arka taraf aydınlıktır ve biz onu buradan göremeyiz.”
Abigail pek ikna olmuşa benzemiyordu ama başını sallayarak söyleneni kabul etti. Helen çantaları alarak alçak basamakları tumandı ve o dev ahşap kapının önünde durdu. Gotik bir görünüme sahipti; ahşabı kararmış, menteşeler ve kilit demirden yapılmıştı, âdeta ortaçağdan fırlamış gibiydi. Demir halkayı kaldırarak kapıya vurdu.
Ses içeride umutsuzca yankılandı.
Helen kapıya bakarak durmaya devam etti, kimsenin gelmeyeceğine inanmak istemiyordu. Rüzgâr eteklerini şişirdi. Jamie botlarını taşa sürttü, Abigail sessizce iç geçirdi.
Helen dudaklarını ıslattı. “Belki de kulede oldukları için bizi duymuyorlar.”
Yeniden vurdu.
Etraf iyice kararmıştı, güneşin son huzmeleri ısıyı da yanına alarak orayı terk etmişti. Yazın ortasıydı ve Londra bu mevsimde çok sıcak olurdu ama yolculukları sırasında İskoçya’nın yaz gecelerinde bile oldukça soğuk olduğunu keşfetmişti. Ufukta bir şimşek çaktı. Burası ne ıssız bir yerdi! Birisi burada kendi isteğiyle yaşamayı nasıl seçerdi, bir türlü anlayamıyordu.
Gök gürlemeye başladığında, “Gelmiyorlar,” dedi Abigail korkuyla. “Sanınm evde kimse yok.”
Yüzüne yağmur damlalan düşmeye başlayan Helen yutkundu. Son geçtikleri köy en az on beş kilometre uzaklıktaydı. Çocuklara bir barınak bulmalıydı. Abigail haklıydı. Evde kimse yoktu. Onları tam bir bilinmeze sürüklemişti.
Onları birkez daha hayal kırıklığına uğratmıştı.
Bu düşünce Helen’in dudaklannın titremesine sebep oldu. Çocukların önünde ağlamamalıydı.
“Belki bir ahır ya da müştemilat vardır…” diye söze başladığı sırada ahşap kapı açılarak yerinden sıçramasına sebep oldu.
Hızla geri çekilince neredeyse merdivenden düşüyordu. Başlangıçta her şey kapkaraydı, sanki kapıyı hayalet bir el açmıştı. Sonra bir şeyler kıpırdadı ve Helen şekli ayırt edebildi. Orada bir erkek duruyordu; uzun boylu, zayıf ve son derece korkunç. Bir elinde ince bir mum vardı ve ışığı son derece yetersizdi. Yanında dört ayaklı bir canavar vardı, bugüne kadar gördüğü köpeklerden çok daha iri bir şeydi.



Subscribe to Our Blog Updates!




Share this article!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorum yazan güzel ellerinize sağlık (:
ve Lütfen! Küfür içeren veyahut içeriğinde reklam olan yorumları yazmaktan sakınalım. Sormak istediğiniz sorular için bloğun sağ üst köşesinde bulunan İletişim kısmından her zaman mail atabilirsiniz. (:

Return to top of page
Powered By Blogger | Design by Genesis Awesome | Blogger Template by Lord HTML